84 yıl önce bugün, 5 Şubat 1937'de hukukun evrensel ilkesi olan laiklik anayasamıza girdi; TC Anayasası'nın ikinci maddesinde yerini aldı:
"Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik laik ve sosyal bir hukuk devletidir."
Ölümsüz önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ışığıyla başımız dik ve aynı kararlılıkla ilke ve devrimlerine sahip çıkarak yolumuza devam edeceğiz.
Mavi Liste'nin Yönetim Kurulu adaylarından Recep YILMAZ'ın, laiklik ilkesinin Anayasa'ya girmesinin yıldönümünde kaleme aldığı yazısını paylaşıyor, kendisine teşekkürlerimizi sunuyoruz.
* * *
Laiklik İçin Yeniden İnşa
Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923’e dek bir yandan fiilen cephede savaşılmış, bir yandan da ilk Meclis çatısı altında ve ülke içinde çeşitli adlar altında hilafet, saltanat ve şeriat özlemi içinde olanlarla mücadele edilmiştir. Bu mücadeleden galip çıkan Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’in kadroları, devrime rehberlik eden bir ideolojiyle kurdukları devlete damga vurmuşlardır. İşte o damga, halkın kendi kendini yönetirken hiçbir dine ve mezhebe, hiçbir dini otoriteye ayrıcalık tanınmayacağının beyanı olan ve herkese inanma ve inanmama özgürlüğünü sağlayan laiklik ilkesidir.
Laikliğin bu topraklardaki tarihine geçmeden önce sıkça tartışılan bu sözcüğün kökenine inersek Latince “laicus” yani “ruhban olmayan” anlamından geldiği görülmektedir; Roma döneminde ruhban sınıfının dışındaki halkı, yani ruhban olmayanı tanımlar. Cumhuriyetçi fikirleriyle ünlenen Romalı devlet adamı Cicero (MÖ 106-43), hukukun laikleşmesinin temelini atmıştır. Kökeni Roma dönemi olsa da devamında Hıristiyanlık sonrası Avrupa, kilisenin kılıcının keskin olduğu Ortaçağ karanlığından uzunca süre kurtulamamıştır. Kilise otoritesi, dönemin feodal yapısında başlıca güç olmuştur. 1453’te İstanbul’un Osmanlı Devleti yönetimine geçmesiyle Roma İmparatorluğu (Batı) çökmüş, bu olay kilisenin ve kralın mutlak egemenliğinin sorgulanmasına yol açmıştır. 15. yüzyıl ile Batı Rönesansı, Aydınlanma Çağı ve bu dönemin filozofları, bilim insanları, Fransız Devrimi’ne (1789-1799) uzanan tarihsel sürecin yolunu açmışlardır. Aydınlanmanın ana fikri olan laiklik, kilisenin ve din adamlarının egemenliğini reddetmiştir; halkın birbirini sömürmesine meşru zemin oluşturan din otoritesini ortadan kaldırmıştır. Önceleri feodalizme ve kiliseye karşı savaşta ilerici kabul edilen burjuvazi, daha sonra kapitalizmin kurumlarının oluşmasıyla birlikte üretim araçları gibi dini de tekeline alarak yine sömürünün aracı haline getirmiştir.
Diğer yanda ise Doğu’da 9. yüzyılda Abbasiler ile başlayan Doğu Rönesansı; İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi, Biruni, Harezmi, Hayyam gibi yüzlerce bilim insanı yetiştirmiştir. Ancak 400 yıllık Doğu Rönesansı birçok nedenle son bulmuş ve Avrupa, Aydınlanma Çağı'na girerken Doğu, Ortaçağa girmiştir. Kendi rönesansını ve Sanayi Devrimi’ni yapamayan Osmanlı Devletinde ise çözülme süreci başlamıştır. Ulemanın fetvasıyla 1580'de yıktırılan Takiyuddin Rasathanesi, gelinen bu sonuç hakkında bize çok şey söyler.
Osmanlı'da tabandan gelemeyen itici güç, ancak Batı modernizmini örnek alan sınırlı sivil ve askeri kesim tarafından oluşturulmaya çalışılsa da -tabandan gelmediği için- etkili olamamış, 2. Abdülhamit’in istibdat döneminde sancılı bir şekilde tasfiye edilmiştir. Osmanlı yöneticileri ve aydınları Batı modernizmini şeklen “örnek” almışlar, Fransızca eğitim görmekle yetinip içeriğini görmezden gelmişlerdir. Batı modernizmiyle yetinmeyip içeriğini de talep eden aydınlar ise ya Fizan’a sürgün edilmiş ya da Mithat Paşa gibi boğdurulmuştur. Nihayetinde Jöntürkler ve İttihatçı aydınlar bazı reformların gerçekleşmesine öncülük etmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Paylaşım Savaşından yenik çıkmış, 13 Kasım 1918’de İstanbul işgal edilmiştir. İşgal sonrasında 19 Mayıs 1919’da başlayan Milli Mücadele ve sonrasında kazanılan Büyük Zafer, cumhuriyetin ve laikliğin maddi temelini oluşturmuştur; çünkü bu mücadeleye öncülük eden kadroların ana ideolojisi budur.
Süreci böylece özetledikten sonra yeniden 29 Ekim 1923 sonrasına gidebiliriz. Cumhuriyet’in ilanının ardından yapılan ilk anayasa olan 1924 Anayasası’nda “Devletin dini İslam’dır” maddesi ile birlikte “Ahkâmı şeriyenin tenfizi (Dini hükümlerinin yürütülmesi)” ve milletvekili yeminindeki “Vallahi” ibaresi de yer almıştır. Bazı devrimler hızla gelişebilirken bazıları da uygun koşullarını beklemiştir. Anayasa’dan bu ibarelerin çıkarılarak anayasanın herhangi bir dine atıf yapmaması, ancak 10 Nisan 1928 tarihli değişiklikle mümkün olmuştur; yani Cumhuriyet’in ilanından beş yıl sonra gerçekleşebilmiştir. Bu tarihe kadarsa toplumsal yaşamda ve kamu düzeninde pek çok devrim yapılmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, 1 Mart 1924’teki Meclis açılış konuşmasında dinsel alanda başlatacağı devrimlerin gerekçesini özetler:
"Bağlı bulunmakla mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere, bir politika aracı olmak durumundan kurtarmak ve yükseltmek gerektiği gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve Tanrısal olan inanç ve vicdanlarımızı, karışık ve türlü renkte bulunan ve her türlü çıkarlar ve tutkuların alanı olan siyasetten ve siyasetin bütün öğelerinden bir an önce kesinlikle kurtarmak, milletin dünya ve ahiret mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur."
Bu konuşmanın ertesinde 3 Mart 1924 tarihli kanunla hilafet kaldırılmış ve hanedan yurtdışına çıkarılarak devletin geleceği, olası iki başlılıktan kurtarılmıştır. Yine aynı tarihte Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile o güne kadar Darülfünun gibi yüksekokullarla birlikte eğitim veren medreseler kapatılmış ve eğitimde birlik sağlanmıştır. Şeriye ve Evkaf Vekâleti lağvedilmiştir.
1925’te tekke ve zaviyeler kapatılmış, din adamları dışındakilerin cübbe ve sarık giymesi yasaklanmıştır.
1926’da Medeni Kanun kabul edilmiş, böylece miras, nikâh gibi uygulamalar şeri hükümlere göre değil evrensel eşitlik ilkesine göre düzenlenmiştir. Resmi nikâh ve tek eşlilik zorunlu hâle gelmiştir.
1928’de yapılan değişikliklerden sonra yaşanan gelişmelerin ardından, 5 Şubat 1937’de “laiklik ilkesi” anayasal bir ilke olarak altı ilke ile birlikte Anayasa’ya girmiştir. Bu kazanım, tepeden inme bir şekilde değil, Anadolu’nun savaş meydanlarında ve devamında kışkırtılan isyanlara karşı kanla edinilmiştir.
Bir yandan ülkenin kalkınmasına ve sanayileşmesine hız veren genç Cumhuriyet, bir yandan da devrimlerini gerçekleştirmiş ve yönetim anlayışını kurucu ideolojisine uygun hale getirmiştir.
84 yıl sonra bugün, karşıdevrim saldırılarının yoğunlaştığı bu dönemde Cumhuriyet’in en büyük kazanımlarından olan laiklik ilkesine sahip çıkmak için bir görev verilmesi gerekmiyor. O görev zaten Bursa Nutku’nda Atatürk tarafından verildi. Bu nutuk “Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir” diye başlar. Çünkü bugünün Türkiyesinde karşıdevrim bütün değerlerimize saldırmaya hız kesmeden devam etmekte; bu yolda tehdit olarak gördükleri öncüleri ya bombalı terör saldırılarıyla ya da uydurma davalarla yok etmeye çalışmaktadır. Eşitlik, özgürlük, demokrasi ve laiklik mücadelesinde yüzlerce aydın ve üniversite öğrencisi katledilmiştir. Kadınlar her geçen gün daha fazla saldırıya uğramakta ve Medeni Kanun ile birlikte kazanılmış hakları geriye götürülmeye çalışılmaktadır.
Özel Harp laboratuvarlarında hazırlanan Siyasallaştırılmış (Ilımlı) İslam, önce merdiven altı tarikatlarıyla sonra da 12 Eylül darbesiyle palazlanan cemaat ve tarikat vakıflarıyla bugün kanser gibi işlemektedir. Yetmiş yıllık karşıdevrim sürecinde günümüzdeki iktidarla zirvesine ulaşan saldırılarla laiklik tarumar edilmiştir. Bugünün Türkiyesinde onu yeniden inşa etmek boynumuzun borcudur!
Recep YILMAZ